Türkiye’de Akademik Eğitim

Arkadaşlar toplanın, taze mezarlar kazdım. Türkiye’deki akademik eğitimi, özellikle sosyal bilim akademik eğitimini gömeceğim. Bir kurumda 2 bine yakın üniversite öğrencisiyle mülakat yaptık. Mülakat esnasında ilerdeki hedeflerini de soruyoruz.

  • Öğrencilerin %75’i akademisyen olmak istiyor. Hadi iş sahası nispeten kısıtlı tarih, sosyoloji, jeoloji gibi bölümleri anlıyorum. Ama öğretmenlik, mühendislik, tıp, hukuk gibi iş alanı geniş ve bir mesleki eğitim veren bölüm öğrencileri bile akademisyen olmak istiyor.
  • İşin acısı akademik hedefi olan bu öğrencilerin büyük bir kısmının akademik eğitimin hakkını verebilecek bir potansiyelleri yok. Ortalaması düşük olanlar var. Alanında okuduğu kitapları soruyoruz, doğru dürüst okuma yapmamış, yani akademik şehveti yok.
  • Veya bir bilim insanında olması gereken sebep sonuç kurgulu bir zihin yapıları yok. En kötüsü de, kendi alanlarındaki temel kavramları yerine oturtmaktan aciz tipler bile var. En manidar örneği anlatayım.
  • Yüksek lisansta tez aşamasında olan bir öğrenciye komisyondaki profesörlerden birisi alanıyla ilgili bir soru sordu. Soru o kadar kolay ki, hiç alakam olmadığı halde ben bile doğru cevabı biliyordum. Ama öğrenci maalesef bilemedi. Düşünün lisans bitirmiş, yüksek lisansta.
  • Akademisyenliğe bu kadar teveccühün arkasında çok sayıda sebep var. Öğretmenlik ülkemizde saygın bir meslek. Haliyle üniversite hocalığı çok daha saygın, prestijli bir statü. Üstelik gelirleri de hiç fena değil. Araştırma görevlisi bile 7 bin lirayla işe başlıyor.
  • Uzayan eğitim süresi münasebetiyle eğitim almak alışkanlık haline gelmiş durumda. Ana okulundan üniversite mezuniyetine kadar 15-20 yıl boyunca eğitim alan bir genç, farkında olmadan en iyi bildiği ve alıştığı işi icra etmek istiyor olabilir.
  • Hayata atılma korkusu. Öğrencilerin çoğu iş dünyasına aşina değil, başarısızlıktan çekindiklerinden mevcut konumlarını korumak istiyorlar. Akademisyenlerin mesai-zaman kısıtlarının olmaması. Aslında hakkını veren akademisyen için zaman asla yetmez. Ama öğrenciler çoğunlukla akademik unvanı kaptıktan sonra yatışa geçmiş, konforlu akademisyenlere şahit oluyor ve akademisyenliği böyle bir şey sanıyor.
  • Bir de yakın zamana kadar yüksek lisans ve doktora askerliği ertelemek için kullanılan enstrümanlardı. Baya bir işe de yaradı. 🙂 Öyle ki askerliği erteletmek için öylesine yüksek lisansa başlayıp, şimdilerde profesör olmuş arkadaşlarım var. Bu arada bedelli askerliğin kanunlaşmasıyla yüksek lisans başvuruları yarı yarıya azalmış. Gayet hayırlı olmuş.
  • Bedelli askerlik , sadece fuzuli yere üniversitenin yüksek lisans ve doktora kontenjanlarını doldurulmasını engellemedi. Ayrıca ülkenin gelişimine ciddi katkısı olacağını daha önce attığım twitlerde sebep sonuç ilişkisiyle açıklamıştım;

Yıllardır etrafımdakilere söylüyorum: Türkiye’de büyük müteşebbis çıkmasının önündeki en büyük engel zorunlu askerlik kanunuydu. Bir insanın en cesur, en vizyoner olduğu zamanlar üniversite yıllarıdır. Gençler okurken önlerine çıkan fırsatların peşine gittiklerinde üniversite eğitimleri aksıyor, bu durumda askere alınma korkusu başlıyordu. İşlerini feda edip diplomalar kurtarıldığı için belki çok büyük şirket olabilecek projeler akim kalıyordu Gençler! Mazeretiniz kalmadı. Şimdi Türkiye’nin büyük teknoloji firmalarını kurmanızı bekliyoruz.

Bu vesileyle profesyonelleşecek ordumuzun çok daha eğitimli kadrolarla gücüne güç katılacak. Dahası ordunun tezgahından geçirilerek genç yaşta özgüvenleri kırılan gençlerimiz de olmayacak.

Son 50 yılda dünyada marka olmuş en büyük şirketlerin tamamına yakınının sahibi üniversite terk. Çünkü askere alınma korkuları yoktu ve hayallerinin/fırsatların peşinden koşabildiler.

  • Bilim insanı olmak çok meşakkatli ve ciddi bir uğraşı. Hele sosyal bilimler üzerine çalışacaksanız demir leblebi çiğnemeye hazır olmalısınız. Hal böyleyken, ülkemizdeki en ciddiyetsiz akademik eğitimler sosyal bilimler alanında veriliyor. Anektodlarla devam edelim.
  • Üniversiteden başarılı bir öğrenci arkadaşım Kaliforniya’ya doktoraya gitmişti. Üç sene sonra kendisine rastlamış ve “seneye bitiyor mu doktora?” diye sormuştum. “Ne bitmesi oğlum, daha doktoraya başlayamadık bile” demişti. Apışıp kalmıştım.
  • Tabi benim algım doktora için dört seneye ayarlı. Hocası buna “doktoraya başlamadan önce şu dilleri öğren öyle gel” diye 5 yabancı dil çakmış. Zavallım üç yılda onları anca halledebilmiş. “Niye kabul ettin ki?” dedim, demez olaydım. Hocası 35 dil biliyormuş.
  • Yine parlak öğrenci arkadaşlarımızdan bir tanesi Harvard’a doktoraya gitti. Orada tanıştığı bir Türk öğrenciyle konuşurken doktorasının yedinci senesi olduğunu öğrenmiş ve içinden küçümsemiş. Haklı tabi. Onun da kafasında doktora dört senede bitecek bir eğitim.
  • O arkadaşımız doktorayı 11 senede bitirdi. Sonra iki arkadaşımız daha gitti Harvard’a. Onlar da 8-10 senede ancak tamamladılar doktoralarını. Bahsettiğim dört arkadaş da sosyal bilimlerde doktora yaptılar Düşünün bu arkadaşlar bir de Türkiye’nin en kapasiteli öğrencileri.
  • Amerikan üniversiteleri bu kadar yetenekli çocuklara bu kadar uzun süre eğitimi sadist oldukları için mi veriyorlar? Bu kadar çok masrafa keyif olsun diye mi katlanıyorlar? Tabi ki hayır. Sosyal bilimlerde bu işin hakkı ancak böyle veriliyor da ondan.
  • Türkiye’de ise durum tam tersi. Dört senede doktorayı tamamlayamayan ya tembellik yapmıştır, ya da başka işlerle uğraşmıştır diye düşünülüyor. İstisnai sayıda üniversitede, az sayıda idealist hoca öğrencilerine sağlam bir eğitim vermeye gayret ediyor.
  • Akademisyenlik tipik bir usta-çırak ilişkisiyle ilerler. Şansınız yaver gider de iyi ve ilgili bir hocaya düşerseniz, sizi yorar ama güzel de yetiştirir. Bu yetiştirmenin muhtevasında bilimsel düşünme ve araştırma terbiyesi de vardır ki, en değerlisi de budur.
  • ABD ve Avrupa’da doktora yapan arkadaşlar sosyal bilimlerde uzun yıllar emek sarf ederken teknik bilimlerde 4-5 yıl bilemediniz 6 senede doktoralarını tamamladılar. Bu bile beşeri bilimlerin teknik bilimlere göre ne kadar zorlu bir eğitim içerdiğini gösterir.
  • Aslında Türkiye’deki köklü sosyal bilim kürsülerin çoğu ya Batı üniversitelerinde eğitim almış hocalarımızdan, ya da bizzat Batı’dan gelen hocalar tarafından kurulmuştu Ama maalesef sosyal bilimlerin Batı’daki disiplin ve geleneği üniversitelerimizde devam etmedi. Çünkü;
  • Devlet ve siyasetçiler pek çok kıymetli bilim insanını sadece siyasi görüşlerinden dolayı üniversiteden uzaklaştırdılar ve ehil olmayan, devletin borazancısı akademisyenler üniversiteleri istila ettiler. Gelenek koptu. Her üniversite bundan az ya da çok payını aldı.
  • Dışlamaların en tipik örnekleri Muzaffer Şerif ve Fuat Sezgin’dir. Her ikisi de yurt dışına gitmiş ve dünya çapında ses getirecek çalışmalara imza atmıştır. Şu anda ülkemiz bu isimlerle gurur duyuyor, ama zamanında bu adamları sepetleyen yine bizdik.
  • Teknik bilimler bu yönüyle şanslıydılar. Siyasetin çok ilgi alanına girmiyorlardı. Ancak burada da üniversite içerisinde şebekeleşmiş siyasi gruplar pek çok kıymetli ismin görev almasını engelledi. Yine de sosyal bilimlere göre daha kalifiye isimler görev alabildi.
  • ABD’de atom fiziği üzerine doktora yapmış bir akademisyenin üniversiteye alımından, içki içmediği fark edilip vazgeçildiğini biliyorum. Burada mevcut üniversite kurgusuna da değinmemiz gerekiyor. Yoksa bazı şeyleri anlamakta zorlanabiliriz.
  • Modern dönemde yeşermiş Batılı üniversitelerin ilham kaynağı Endülüs üniversiteleridir. Hatta keçi sakallı hocalar, cübbe ve kep giyme törenleri hep Endülüs İslam üniversitelerinden ödünç alınmış geleneklerdir.
  • Ama Batı üniversitenin felsefesini pozitivizmin üzerine bina etmiştir. Türkiye’de Batı’nın süpervizörlüğünde kurulan üniversiteler de pozitivist bakış açısını esas kabul etmişlerdir. Bu ön kabul pek çok soruna neden olmuştur.
  • Bu bakış açısından mülhem inançlı akademisyenlere hep mesafe konmuş, üniversitelere alınmak istenmemişlerdir. Mantıkları gayet kabadır: Gayba inanan doğmaya inanıyordur. Bu da pozitivist bilmin esasına aykırı bir kafa yapısıdır. Bundan bilim insanı olmaz.
  • Burada hakkını vermek lazım. İstanbul Üniversitesi, Batı’nın pozitivist dayatmalarına en çok direnen ve milli üniversite kurgusunu inşa etmek için en çok çaba göstermiş üniversitedir. Normalde en kaliteli öğrenci ve akademisyenlerin de burada olması gerekir.
  • En köklü üniversitemiz olduğu halde İstanbul Üniversitesi özellikle sosyal bilimlerde yeni kurulan Batı taklitçisi Boğaziçi, ODTÜ, Bilkent, Koç gibi üniversitelerin gölgesinde bırakılmıştır. İÜ’nin bir proje olarak ele alınıp tekrar iade-i itibarı yapılması gerekir.
  • Türkiye’de akademik eğitim kalitesi gayet düşük. Bu benim görüşüm değil. Üniversitelerin akademik kalitesini tespit edebilmek için birtakım kuruluşlar farklı ölçekler üzerinden değerlendirme puanları yayınlıyorlar. Hepsinin sıralamalarında üniversitelerimiz sürünüyor.
  • QS (Quacquarelli Symonds): Akademisyen itibarı, akademik itibar, fakülte/Öğrenci oranı, atıf sayısı, uluslararası eğitim veren fakülte ve eğitim alan öğrenci sayılarına göre puanlama yapan QS’in ilk beş yüzüne sadece bir üniversitemiz girebilmiş, o da zor bela.

  • QS’in ilk beş yüzüne; Arjantin ve Brezilya 5, Suud 4, Kolombia, Kazakistan, BAE ve Endonezya 3, Brunei, Meksika, ve İran 2 üniversite sokmuş. Biz sadece bir tane. O kadarını, beğenmediğimiz Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi, Küba, Lübnan, Umman, Katar da sokmuş.

Yazar; Ziya Bilici

Abone ol
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm Yorumları Göster
mutlakaoku.com | Pdf Kitap İndir | Telecharger Livre GratuitDescargar Libros Gratis | Free pdf download | Kostenlose eBooks |
0
Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Yaz Mutlaka Okunsun...x