Bir Hayat Hikayesi; Depresyonu Nasıl Yendim?

Flood'un Yayınlandığı Tarih:31 Ekim 2019 @ 09:31

Flood yazıcam. Ufak bir hayat özeti gibi bir şey. Okur musunuz?

  • Alkol ya da herhangi bir madde etkisinde değilim. Sadece bugüne kadar yaşadıklarımı kutlamak istediğim bir ruh halindeyim. Paylaşmak istiyorum.
  • Bana aile içinde kendim ile ilgili bir kararım olabileceği ilk 5 yaşımda hissettirildi. 6 yaş ilkokul pilotu mahalle ilkokulumuza gelmişti. Gitmek ister misin diye sordu babam. Evet dedim, inga bebekleri istemiyorum artık (anaokulu). 5 yaşımda 6 yaş pilot sınıfına girdim.
  • Ondan öncesinde tek hatırladığım annemin köpek korkusu ve benim sokak köpeklerinin boynuna sarılmama izin verirken yaşadığı korku, ona rağmen izin vermesi. Ve çok arkadaş. Hep çok arkadaş. Sonrasında da 5 yaşımda okulun ilk günü annemle babamı “ben iyiyim, gidin” diyip kovmam.
  • İçimden geldikçe yazmaya devam edicem. Şimdi biraz duruyorum.
  • İlkokul öğretmenimin babaeannemin kiracısı olması ve benim sınıfın en yaramazı olmama rağmen sıra dayaklarından hep yırtmam. Halbuki ne kadar yanlış. Makes u think u can get away with anything. Ve tiyatro kolunda olup sayısız oyunu hem planlayıp hem de o oyunlarda oynanam.
  • Ben o yaşlardeyken Vakko’nun çocuk modeli olmam için anneme sayısız teklifte bulunmaları ve benim her seferinde annemin bacağına sarılıp olmaz diye ağlamam. Baleye giriş. Bale öğretmenimin beni sürekli dövmesi ve sonra anneme “o geleceğin balerini o yüzden dövüyorum” demesi.
  • Nihayet ortaokul vakti geldiğinde eve yürüyerek 5 dakika mesafede Türk Koleji dururken, babamın beni yeni açılan Çakabey Koleji’ne ilk kayıt olarak yazdırması. Nedeninin de okulun içinden dere geçmesi ve o derede kuğular olması. Ve benim tek yön 1,5 saat servisle okula gitmem.
  • Voleybol ile tanışmam ve okul numaram 1 (ilk kayıt) olduğu için bütün voleybol hayatım boyunca forma numaramın 1 olması.
  • Orta 2’deyken okulun el değiştirmesi ile benim devam eden tiyatro hayatımda bir orta oyunundan sonra zar zor servise yetişip, servise yetişmeye çalışırken işemeyi unuttuğum için serviste altıma işemem sonucu babama yalvar yakar kendimi Türk Koleji’ne geçirtmem.
  • Tamemen farklı bir kültürde bir okula geçtiğim için saçımda siyah toka yok diye yediğim tokatlar. İlk sene derslerde afallamam. Bitmeyen voleybol sevdası (numara hep 1), dans klubü liderliği, ama yoldan kazandığım vakitleri piyano dersleri ile doldurmam.
  • Artık 13 yaşıma gelmişken annemi, yardımcımıza “Bu yaştan sonra çok zor, iyi ki varsın Pürüz (rahmetle anıyorum)” derken duyduğumda ve hatta kapının arasından çıplak ve büyümüş karnını gördüğümde abla olacağımı anlamış olmam ve annemle babamın bunu benden saklamış olması.
  • Kardeşim Alper’in ağır sarılıkla doğması ve annemin onu hastaneye götürecek gücü olmamasından dolayı benim devreye girmem ve haftada 1 kafasından (evet kafasından) iğne olması için babamla hastaneye gitmem. İğneden iğneye onu kucağımda taşımam. Haftalarca.
  • Bütün bunlar olurken uni hazırlıkları, 2 türkiye voleybol şampiyonası, profesyonel voleybolcu olmam için eczacıbaşı ve karşıyakaspor’dan teklifler, bitmeyen mankenlik teklifleri. Ama babamın söylediği tek şey “benim kızım genel müdür olacak” Ve en son benim pes etmem.
  • Zor bela Bilkent’e giriş. Zor bela mezun oluş. Alper’in büyürken aslında genius olduğunu anlamamız. 3 yaşında çizmeye başladığı karikatürler, yarattığı kahramanlar, yeni araba markaları….
  • Bundan sonrası ağır dram. Azcık es veriyorum. Gelicem geri.
  • Bilkent’te ilk aşkım. Uni bittikten sonra 2 sene daha devam eden, evlilik planları yaptığımız adam. İlk aldatılış. Aldatıldıktan 6 ay sonra aldattığı kişi ile evlenmesi. Hala daha arkadaşım eşek! Böyle de salağım.
  • Devam ediyorum. 2000’de mezun oluş. Baba kodladı ya genel müdür olacaz. Ekonomik kriz, İzmir’de iş yok. Sonra canım arkadaşım Pınar’ın “gel, ilaç sektörü diye bir şey varmış, satışa eleman alıyorlarmış, başvuralım” demesi. Ve Pfizer’de işe başlayış.
  • Satış bölgemin Manisa ilçeleri olması ve haftanın 3 gecesi kapının arkasına sandalye koyarak otellerde kalıp, satışa başlamam. Babamın desteği. Çevremdeki herkesin bana bu işi yaptığım için deli gözüyle bakması. “Ben işi mutfakta öğreniyorum” diyip onları sürekli susturmam.
  • . 1 yıl bu şekilde çalıştıktan sonra internette “GSK merkezde çalışmak için satıştan başlayacak yönetici adayları arıyor” (bilenler için management trainee) ilanına başvurmam. Ve işe alınıp İstanbul’a yerleşmem. 1 sene daha orada satışa devam etmem.
  • Zamanı geldiğinde merkeze pazarlamaya alınmam. Hayatım boyunca en çok sevdiğim adam ile bu dönemde tanışmam, unutamadığım tek adam. Gene evlilik planları, gene aldatılış, gene aldatıldığım insan ile 6 ay sonra evlenmesi (gene aynı hikaye, etti 2 :)) Bu da hala arkadaşım 🙂
  • Bu ayrılığı hayatımın en acı şeyi zannederken gelen ilk gerçek travma. Gündüz vakti, evimin önünde uğradığım silahlı saldırı. Bunu biraz detaylı yazıcam.
  • Azıcık mola veriyorum yazmaya. Burası bana çok ağır geliyor çünkü. Dinlene dinlene yazıcam. Birazdan dönücem.
  • Silahlı Saldırı: O dönem Levent’te oturuyorum. Pelit’in sokağı. Nezih bir sokak olarak bilinir. Sabah 7. Akşam arkadaşım grip diye onda kalmışım. Eve gelip, duş alıp, işe gidecem. Geldim. Arabayı evin 3 apartman yanına parkettim. Ne şanslıyım diyorum. Park yeri zordur orada.
  • Arabadan indim. Karşı kaldırımda 3 adam. Benim arabadan eve yürüdüğüm yönün ters yönüne yürüyorlar. İster istemez baktım. O saatte orada yürüyecek insan profiline uymuyorlar. Evin önüne gelmek üzereyim. İrkildim. Arkama dönüp bakma ihtiyacı hissettim.
  • Arkamı dönmemle suratıma gaz sıkıldı. Düştüm. Kafama silah dayandı. Çığlık atıyorum. Saat 7, apartman görevlilerinin ekmek vb alma saati. O yüzden uyanıklar. Görüyorum ikisi yardım için fırladı. O an benim kafamda bir silah, onların kafasına da birer silah dayadı diğerleri.
  • Aklımdan geçen tek şey; kaçırılıyorum, tecavüz edip öldürecekler. Buraya kadarmış.
  • O esnada üstüme silahla abanmış adam çantamdan bir şeyler aldı. Ve üçü aynı anda benim arabama koşup arabaya bindiler. Zorlukla doğruldum. Aklımdan geçenler; hedef ben değilmişim, hedef arabammış. Şükür! İçimden diyorum ki; isteseydiniz verirdim, bu kadar zahmete gerek yoktu!
  • O esnada üstüme silahla abanmış adam çantamdan bir şeyler aldı. Ve üçü aynı anda benim arabama koşup arabaya bindiler. Zorlukla doğruldum. Aklımdan geçenler; hedef ben değilmişim, hedef arabammış. Şükür! İçimden diyorum ki; isteseydiniz verirdim, bu kadar zahmete gerek yoktu!
  • Bundan sonrasında polisler, dedektifler, uğradığım tacizler, arabanın bulunması, adamların yargılanması, yargılanırlarken evimin yakınları tarafından basılması… Kısa geçicem. Tam bir kabus. Ama o yerleşen korkuyu nasıl yendiğimi anlatayım.
  • Öncelikle ailem endişelenmesin diye yüz yüze söylemek için İzmir’e uçtum. Yüz yüze söyledim. Ama artık sokakta yürüyebilme becerimi tamamen yitirmişim. Hemen aile dostumuz psikiyatrist devreye girdi.
  • Seçil dedi bana; tek yolu var. Her akşam tek başına o sokakta yürüyeceksin. Öyle de yaptım. Ağlaya ağlaya. Korkum geçinceye kadar. Ve yaşadığım olay sayesinde o dönem İstanbul’un en azılı araba hırsızl
  • Gözümdeki ışık geri geldi. Artık gelecekte eşim olacak kişi ile tanışma vaktim gelmiş. Ama ben daha bunu bilmiyorum. Zaten aşırı çok iş seyahatim var, çok yoğunum, hayat normale dönmüş yani.
  • Birgün müdürüm dedi ki; Seçil haftaya Kahire’ye gidiyorsun. Dedim olmaz, haftaya Ankara, bakanlık toplantıları. Mümkün değil gidemem. Dedi ki gideceksin, eğitim var. Dedim ben o eğitimi aldım. Dedi ki; gene de gideceksin çünkü bu sefer eğitimi Tim veriyor. Tim’den alacaksın.
  • Küfrede küfrede, bütün planlarımı değiştirerek, ne Tim’miş be kim bu Tim diyerek o hafta Kahire’ye gittim. Tim’in gelecekte eşim olacağını bilmeyerek.
  • Geçenlerde bir yazı paylaşmıştım. “Ruh eşinizin karşısında heyecan değil sükunet hissedersiniz” benzeri bir şey diyordu. Tim ile aramda ilk salise o yaşandı. Eğitim boyunca öğrenciliğimi korudum ama o ertesi hafta hemen İstanbul’a uçtu. Tim o dönem Londra’da yaşıyordu.
  • Ve biz çok hesapsızca, hiçbir planımız olmadan bir ilişkiye başladık. Bir haftasonu o İstanbul’a geliyordu, bir haftasonu ben Londra’ya gidiyordum. Ayrı kalamama durumumuz vardı ama aynı zamanda koşullar çok imkansızdı. Derken bir gün;
  • Ben Bangkok’da bir toplantıdayken Belçika’daki üst düzey müdürlerden birinin dikkatini çektim. Bana geldi ve dedi ki “Londra’da çalışacak bir global pazarlama müdürü arıyorum. İlgilenir misin?”
  • Kurumsal hayat. Kimsenin boynuna atlayamıyorsun mutlu olunca. Sakince konuşalım dedim. Sonrası görüşmeler görüşmeler. Rakibim Kanadalı idi, işi ben aldım. Tim evlenme teklifi etti. 28 yaşımdayım. Hayat güzel. Ama hala daha atlatamadığım 2. ağır travmam yoldaymış, bilmiyordum.
  • Londra’dan iş teklifi geldikten sonra sözleşmemin finalize olması iki hafta kadar sürdü. Bu sürede babam grip olduğunu zannettiğimiz geçmeyen bir öksürükle uğraşıyordu.
  • Bir pazartesi sabahı saat 10 gibi sözleşmemi imzaladım. Yalan olmasın; ya 10 ya da 15 dakika sonra İzmir’den babam aradı. Bir kızın başına dünyası nasıl yıkılır? Babam arıyor. Seçil dedi. Kanserim. Terminal.
  • Bütün duygularımı önümüzdeki 10 yıl dondurmam gerekeceğini ben de bilmiyordum o an. İlk uçakla İzmir’e uçtum. Aklımda da hep; Ne münasebet terminal. Olamaz. İzmir’de havalimanında babam karşıladı. Son araba kullanışı. Teni 2 haftada griye dönmüş. Vücudunun her yerinde tümör.
  • İlk cümlem. Halledeceğiz babacığım, korkma.
  • Sonrası 2 aylık bir cehennem. Londra’da işe başlama tarihimi 2 ay erteledim. Türkiye’deki ofis de izin verdi. 2 ay hastanede babamın yanına sinek yaklaştırmadan kendi ellerimle ona baktım. Hesaplaşmalar, hesaplaşmalar. Doktorumuz Abdullah Sayıner. Ve 13 Nisan 2008 Pazar…
  • Babamla o dönem yaşadığımız şeyleri, bende açtığı yaraları babamın özeline saygımdan yazmıyorum. Zaten onları psikiyatristlere zor anlattım. Ama artık işe başlamak zorundaydım. Tim geldi beni almaya. 13 Nisan’da Londra’ya uçtuk. Baba dedim, 2 hafta sonra geleceğim, dayan.
  • Gitmeden Abdullah Bey’e tembih ettim. Ben yokken babama bir şey olursa annem bana söyleyemez, siz beni arayın. 14 Nisan 2008. Londra’da ilk iş günüm. Bilgisayarım kuruluyor daha
  • Abdullah Bey arıyor. Seçil dedi; babanı dün gece kaybettik. Benden haber verenin ben olmamı istemiştin dedi. Tabii şirket hemen izin verdi. Tim beni aldı. İlk uçakta biletim ayarlandı. Tim sordu; uçak saatine kadar ne yapmak istersin? Cevabım; McDonalds yemek istiyorum.
  • Sonrasında da bilinen şeyler. Defin. Mal kayıpları. Hala daha mezarına gidebilmiş değilim bu arada. Hayat 4 sene falan bu şekilde aktı gitti. Arada Tim ile evlendik. Bende hep acayip kariyer başarıları, dünyayı gezmeler. Terfiler. Babam istemişti ya.
  • Babam kızım genel müdür olacak demişti ya. Ona borcumu ödemem lazım. Global dergilere çıkmalar. Geleceğin Türk kadın CEO’su listesine girmeler. Borcumu ödüyorum hala 2010’ların başlarında. Zannedersiniz ki son travmam bu. Ama olur mu? Evren bu kadar kolay bırakır mı beni hiç?
  • Tim Avustralyalı, evlatlık alınmış bir tecavüz çocuğu. Evlatlık alan annenin adı Pauline. Hala daha bana ördüğü mor battaniyelere sarılıp uyurum. Pauline yaşlı ama hala daha bahçesindeki gülleri biçen, evin yakınındaki parkta arkadaşları ile yürüyüş yapan 90lık bir fıstık 🙂
  • Tim bir gün bana dedi ki; anneme (yani evlat edinen anne, Pauline) yakın yaşamak istiyorum. Düşündüm. İkimizin işi açısından en yakın yer Singapur. Dedim Singapur’a gitmeyi deneyelim. İlk işi o buldu. O bulunca ben müdürlerime sordum. “Bana Singapur’da iş verir misiniz?”
  • Verdiler e mi? Hem de terfi ederek verdiler. Ve benim hayatım gene biraz normale dönmüş (Normal=Aşırı seyahat ediyorum ama dram yok) Annem iyi, kardeşimin okulu yolunda. Ne de olsa babamdan sonra ailenin babası benim. Onlar iyiyse ben iyiyim. Gidebilirim zannettim bir an.
  • Ben Londra’da çalışıyorum. GSK’da. Ama global aşı pazarlamadan sorumluyum. GSK aşının esas merkezi Wavre ve Rixensart. Yani Belçika. Dolayısı ile dünyanın başka yerinde değilsem, Eurostar ile Brüksel git gel yapıyorum haftada 1-2. Gene o günlerden biri;
  • Bir sabah mutlu mutlu Eurostar’dan indim. Midi Station. Singapur sözleşmemi imzalamaya gidiyorum. Telefonum çaldı. Annem. Dedi ki; Seçil ısrar ettin ettin check-up yaptırdım. Karaciğer metastazlı kolon kanseriyim. Yani evre 4. Gene bir sözleşme günü. Gene kanser haberi.
  • Hani filmlerde olur ya. Biri durur, etrafındaki her şey döner. O sabah Midi Station’da yürürken bu haberi aldığımda bunu birebir yaşadım. Ben durdum, etrafımdaki her şey döndü.
  • Her şeye rağmen o gün sözleşmeyi imzaladım. Çünkü bizim aileden gördüğümüz, eşinin yanında durursun, eşine destek olursun. Yani Singapur’a gitmemem söz konusu bile değil. Kendi sorununu da kendin çözersin. Yani anneme yakından ya da uzaktan bakıcam ama eşimin yanında olucam.
  • Bütün bunlar olurken o kadar harika bir firmada çalışıyorum ki. Babamın hastalığında bana 2 ay izin veren firma, annemin hastalığında da önce 1 ay ve sonra sayısız haftalar uzaktan çalışma izni verdi bana. İlk ve tek göz ağrım GSK.
  • Anneme Mehmet Füzün baktı. O dönem. 2 ameliyat. Ve Singapur’daki sorumluluğum başladı ama ben bunu 9 Eylül Hastanesi’nde anacığımın başından yönetmeye başladım.
  • Bu arada Tim Singapur’daki evimizi buldu, tuttu, döşedi. Bana benim seveceğimi bildiği komşuları bile cımbızla seçerek buldu. Annemin başarılı ameliyatlarından sonra ve içime sinen bir bakıcı da bulduktan sonra Tim’in yanına ve işimin başına, Singapur’a gittim.
  • Singapur’da kariyerimin zirvesine çıktım. Olmaz denen şeyleri oldurttum. Pfizer’e karşı çeşitli ülkelerde ihale üstüne üstüne ihale aldım. Ama bunlar olurken annem kemoterapi görüyordu ve bakıcısının yıkadığı sebzelerin yıkandığı sirke oranlarını bile ben yönetiyordum.
  • Farklı ülkelerin airport lounge tuvaletlerinde bir kulağımda annemin bakıcısı, diğer kulağımda müdürüm, önümde açtığım laptopta fiyat onayı bekleyen çalışanlarım, instant message bombardımanı ile uğraştığım için uçağı kaçırmamak için eteğimin fermuarını kapayamadığım günler.
  • Rahat rahat işeyememe hep var yani hayatımda. Taaa Çakabey Koleji’nden beri 🙂
  • Bir sabah alarm çaldı, uyandım. Saat 4 biliyorum. 7’de de uçağım var. Başka ülkede toplantım var. Toplantıyı ben yönetmeyeceğim ama şirket içi politika gereği orada olmam gerekiyor. Kolum kalkmadı. Telefon sağ ayağımın ucunda. Ama ben kıpırdıyamıyorum. Ağlamaya başladım.
  • Burası benim için çok acıklı. O yüzden bira durucam. Yaşamayan bilmez. İnsan felç geçirdiğini zannediyor. Halbuki major depresyon çarptı, henüz farkında değil. Ve bir anda! Yıl 2012’deyiz şu an.
  • Ben dediğim gibi birkaç saat dinleneceğim. Bir depresyon hastası olarak, tam da yeri geldiği için, Andrew Solomon’un bu harika depresyon tarifini izlersiniz belki diye paylaşıyorum. Basit ama çok güzel.

  • Henüz Tim’in aşırı ve mantıksızca aşırı kıskanç bir eş olduğunu anlatmadım size. Ve bu yüzden beni olur olmaz yerlerde ağlattığını. Sanırsın Gelibolu’da Avustralyalı bir hemşire ile bir Türk askerinin oğlu. O derece maço, baskın ve kıskanç.
  • Tim dedim. Ben felç geçirmiş olabilirim. Ya da bu psikolojik olabilir. İzin ver bir uzmana danışayım. Kıyamet koptu. Yok ben erkek terapiste aşık olurmuşum yok kadın terapiste gitsem bile o beni ondan ayrılmaya ikna edermiş. Nihayetinde kimseye gitmedim.
  • Erkek terapiste aşık olma potansiyelimin ne kadar yüksek olduğunu nasıl iyi anladıysa. Ama bu konuya sonra geleceğim 🙂
  • Tahmin edersiniz ki hayata karşı dayanıksızlığım arttıkça arttı. Dedim ben anneme yakın olayım. Tim ile binbir kavga. GSK’dan Türkiye’de bir pozisyon istedim. Çünkü artık bütün topları havada tutamıyorum. Bari anne topunu havada tutayım.
  • O dönem iki müdürüm var. Kurumsal çalışanlar bilirler, dual reporting line derler. Ben Singapur’dayım ama müdürlerimden biri Londra’da, diğeri Brüksel’de. Ama Asya Pasifik’in en başındaki adama karşı da sorumluluğum var. Bana ısrarla Türkiye’ye gitme dediler. Üçü de.
  • Ama artık ben aşırı yorulmuşum. Tek derdim anama yakın olmak, aşırı kıskanç bir kocadan uzaklaşmak, sağlığım da bozulmaya başlamış. Türkiye diye tutturdum. Bakın bildiğiniz gerizekalı.
  • Dediler Londra ya da Brüksel olsun. Her haftasonu seni İzmir’e yollayalım. Dedim, hayır Türkiye. Bakın bu ileri derece gerizekalılık.
  • Nitekim Mart 2013’de geri geldim. İstanbul’a. Ama bundan sonrasını azıcık dinlenerek yazmalıyım. Okuyanlar olduğuna hala daha inanamıyorum. Minnet minnet minnet.
  • Bu noktada evet aslında çok sevdiğim ama beni aşırı yoran bir eşten kaçmıştım (boşanma konuşmuyoruz daha) ve anneme yakın olma lüksüne kavuşmuştum. Ve işimi kaybetmeden yapabilmiştim bunları. Ama kendi iç dünyam bir lağımdı. Çöplük bile değil. Bildiğiniz lağım.
  • Geri gelince 2 şey oldu. Birincisi, eski dostlarımla aramda milyon ışık yılı kadar fark oluşmuş. İkincisi, Gezi başladı. Politik olmayı bilmeyen birisi için Gezi zor bir dönem. Aranan bir adalet var ama anlamlandırmak için altyapın yetersiz. Gene de aktif olmak istiyorsun.
  • Yani aslında benim dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli başarılar elde etmiş olmam Gezi döneminde geçersiz başarılar. Kendi ülkemi tanımıyorum ben daha. Başlar mısın sen ruh hastası gibi okumaya, öğrenme çabasına?
  • Bütün cahilliğime rağmen Berkin Elvan hastaneye yattığında, hastaneye ailesinden sonra giden ilk sivil benim. Annesi ile hastane bahçesinde sabahladık. O ilk akşam.
  • Sanırıım Gezi döneminde orada burada kalabalık oluşturanlardan biri olmak dışında yaptığım en anlamlı ve belki de tek anlamlı şey buydu.
  • Zamanla ortalık sakinleşti. Ben sudan çıkmış balık kıvamındayım. Çevremdeki kimse ile anlaşamamaya başladım. Dedikodu yapamıyorum, yanımda yapıldığında sert tepkiler veriyorum, kendi ülkemde bir uzaylı oldum adeta. Ve çok garip bir hikaye. Birazdan.
  • Yarın devam edeceğim. Ne kadar duyarlı insanlar okuyormuş meğer yazdıklarımı. İnanın ağzım açık kaldı. İyi ki varsınız. İyi ki… Not: Yıl 2013’de kaldık. Hikayenin yarısındayız henüz.
  • Hayattaki bazı tesadüflerin nasıl açıklanamayacağına dair bir bölüme geçiyoruz. Türkiye’ye ilk döndüğümde evimi tutuncaya kadar otelde kalıyorum. İşim başlamış. Derken bir gün oteldeyken;
  • Haftasonu. Kahvaltımı ettim. Odama çıkıcam. Asansörü çağırdım. Asansör kapısı açıldı. Tam girerken birisi de arkası dönükmüş dönüp çıkıyordu. Hafifçe çarpıştık. Birbirimizden özür dilemek için birbirimize baktık. O da ne? Ingrid. Karşılaşmayı beklediğim son insan. Peki o kim?
  • Ingrid ben GSK Asya Pasifik aşılardan sorumluyken, aynı bölgelerden sorumlu Pfizer aşının başındaki kadın. Hani şu ihale kazanırken ben, rakibim olan kadın. Birbirimize aynı anda “Senin burada ne işin var?” dedik. Güldük. Hadi kahve içelim dedik.
  • Ben neden Türkiye’ye döndüğümü anlattım. O da Pfizer Avrupa’nın aşı ofisini İstanbul’a taşıyacağını, onun da başına geçeceğini anlattı. Ingrid çok akıllı bir kadındır. Bana bakışından sonradan olacakları az çok tahmin edebildim.
  • Birazdan devam edicem ama kurumsal kariyerinin başlarında birileri okuyorsa bunu; tam bir negatif örnek okuyacaklar. Yapılmaması gereken bir şey ile ilgili iyi bir ders.
  • Aradan bir kaç hafta geçti. Bir gün GSK’da masamdayım, telefonum çaldı. Arayan Ingrid. Seçil dedi; seni burada herkese anlattım, bölge çok geniş, bazı ülkelerin full sorumluluğunu sana vermek istiyoruz. Bana bağlı ama tam yetki ile çalışacaksın. Gelir misin? Dedim; hayır.
  • Aynı telefon bir kaç kere daha geldi. Uzunca bir süre hayır dedim. Ama bir noktada önerilen pozisyon ve teklifin kendisi o kadar cazip hale geldi ki; yeni bir iş yapış şekli öğrenirim, işe bakış vizyonum genişler gibi sebeplerle görüşmeyi kabul ettim.
  • Çevremdeki herkesin yapma demesi, GSK’daki çok iyi network’um ve destekçilerimi kırma ve hatta köprüleri yakma pahasına, bazı görüşmeler sonucu işi kabul ettim. Gözüm boyanmıştı. Ders 1: Her nazınızı çeken, size sonsuz güven duyan, üzerinizde emeği olan insanları kırmayın.
  • Pfizer’de herbiri birbirinden değerli bir çok insanla tanıştım, çok şey öğrendim. Ama ben geçtikten 6 ay sonra yeni bir global reorganizasyon başladı. Ve merkezi daha tam İstanbul’a taşımamışlarken Paris’e taşıma kararı aldılar. Seçil Paris’e gidiyoruz dediler.
  • Bu noktada şu durumdayım; kapıyı bir kaç kez çok sert çalmış, yolda major depresyon, özel hayatımda çatırdamalar, uzakta bir eş, üstümde ciddi bir yorgunluk. Bir uluşlararası taşınma daha yaşıyacak gücüm yok. Hayatımdaki tek iyi şey annemin iyi olması. Ben taşınamam dedim.
  • Önce uzaktan çalıştım. Pozisyon gittikçe daraldı, ilk aldığım pozisyonla alakası kalmadı. Tim ile boşanma kararı aldık. Pfizer ile anlaşarak yollarımızı ayırdık. GSK ile köprüleri yakmışım. Zaten ülkeye döndüğümden beri kötü bir reverse culture shock yaşıyorum. Zor günler.
  • Başlasın terapiler. Eskiden Super-woman dedikleri kişi artık durmadan ağlıyor. Kısa bir süre sonra gene uluslararası bir pozisyon alarak Sanofi Pasteur’e girdim, İstanbul’da. Ama o bölüme geçmeden depresyon ile ilgili biraz yazmak isterim. Birazdan.
  • Depresyon insanların algıladığı gibi bir şey değil. Dünyadaki birinci engellilik sebebi. Tabii türleri var ama eğer anksiyete ile karışık major depresyondan bahsedecek olursak; az gayret et, biraz çık dolaş demekle geçmiyor. Yaşayan kişinin kıpırdayamadığı günler bile oluyor.
  • Benim kadar çok travma yaşamış kişilerde görülmesi normal ama aşırı seyahat eden, günde neredeyse 18-20 saat çalışan kişilerde çok sık görülebiliyor. İngiltere gibi ülkeler sabbatical diye bir sistem oturtmuş. Geri dönünce iş garantisi veren 1 yıla kadar ücretsiz izin.
  • Ben tam sabbatical’lık kıvamdayken mecbur yeni işime başladım. Çok değerli insanlar tanıdım ama doku uyuşmazlığı yaşıyoruz. Görmezden geldiğim depresyonum olmasa ben o uyuşmazlığı da çözerdim ama yok, enerjim bitmiş. Doğru ilaç da bulunamıyor. En karanlık günler yolda.
  • Burada doku uyuşmazlığının detaylarını tabii yazmayacağım. Ancak ciddi ciddi rahatsızlanmışken ve hala çalışıyorken yaşadığım bazı şeyleri yazacağım. Terapilerim ve terapistime aşık olmam mesela 🙂
  • Bu gibi durumlarda doğru terapist ve doğru terapi şeklini bulmak çok önemli. Ordan oraya savruldum. Denemediğim kişi, teknik kalmadı. Hiç tatmin olamadım. Taa ki bir gün bir terapistle tanışıncaya kadar.
  • Dışarıdan bakanlar için güzel bir hayatım var ama içeride bomba patlamış. Bina çöktü çökecek. Anksiyete ataklarım çok. Bir gün tavsiyeler ve referanslar üzerine bir terapiste gittim. Hiç ümidim yoktu ama ne kaybederim, bunu da deneyeyim dedim. Adını burada hiç anmayacağım.
  • Kapıdan girdiğim an büyülendim. Bekleme sırası diye bir şey yok. İnanılmaz tranquil bir ofis ve bekleme salonu. Güzel bir müzik. Sekreteri beni bekleme odasına aldı, “x” bey birazdan gelip sizi alacak dedi, kapıyı kapadı. Yalnızım. Garip bir huzur ile kaplandım.
  • Ayak sesi duydum. Kapı çaldı sonra açıldı. Seçil Hanım dedi; merhaba ben “x”. Buyrun odama geçelim. Arkasından yürüyorum ama adam yürümüyor adeta süzülüyor. Başka bir boyutta gibiyim. Odaya girdim. Koltuğa oturdum. Bağdaş kursam uygun olur mu diye sordum. Tabii dedi. Kurdum.
  • Ufak bir not. Bu kişi çok ünlü biri. Fiyatları piyasa fiyatlarının yarısı kadar ve fayda görmezsen o seans para ödemek zorunda değilsin. Yani bu kadar “lüks” fazla paraya değil.
  • Bağdaş kurduktan sonra ona adı ile hitap edip edemeyeceğimi sordum. Aynısını da ondan istedim. Bu şekilde daha rahat açılacağımı dile getirdim. Bu konuda anlaştık. Terapi tarzı ezoterik. Ve değişik prensiplerin kendince bir sentezi.
  • Ve biz Jung’dan Freud’a Sufizm’den Budizm’e kadar her şeyi içeren ve çok yoğun geçen terapilere başladık. Enerjimiz o kadar yükseliyordu ki; bazen mum yakıp ateşe dokunmak gerekiyordu. Derken derken derken ben bir yandan iyileşmeye başlamışken bir yandan da bağımlı oldum.
  • Bu noktada bağımlı hale gelmiş bir danışanı yönetmek terapistin işi. Ama o kadar iyi anlaşıyorduk ki trasfer oldu (terapi veren ile alanın zaman zaman yer değiştirmeye başlaması)
  • Geldim geri. Bu noktada Robin Williams’ın “Dünyadaki en kötü şeyin yalnız kalmak olduğunu zannederdim; halbuki dünyadaki en kötü şey sana kendini yalnız hissettiren insanlarlın arasında olmakmış” kıvamındaki sözünü hatırlatmak istiyorum.
  • Bu sözü hatırlattıktan sonra o günkü durumumu daha iyi anlatabileceğim. Yani benim özel hayatımda beni anlayan tek allahın kulu yok, çok iyi anlayan bir terapist var. Ve bu anlaşılma hissine ben bağımlı olmuşum, bu terapiyi olumsuz etkiliyor ve bitmesi lazım. Arıza çıkardım.
  • Terapi bitsin istedim, sonra istemedim. Kavgalar. En sonunda terapi sonlandı. O dönemki yazışmalarımızı detaylı yazamam ama şunu okuduktan sonra sinir krizi geçirdim. “Amacım seni kendime bağımlı kılmak değil ama sadece benim anlayabileceğim derinlikte özel bir ruhsun”
  • “x” dünyanın en iyi insanlarından biri. Çok da iyi bir terapist. Ama bu cümle benim kendimde farkettiğim kabusum. Beni anlayan tek kişi ve o yüzden bağımlı olmuşum. Dolayısı ile beni bana çok sert yansıttı. Annem acil İzmir’den geldi, yardımcım her saniye yanımda zaten.
  • Acil yeni terapist bulundu. Üzerimdeki emeğine hep minnet duyacağım ve gene çok tanınan bir prof. Annem bir kolumdan, yardımcım diğer kolumdan tutarak beni yeni doktorun önüne oturttular. Hatta ben çantamı hazırlattım. Yatırılmak istiyorum. Yatırmadı. Yeni ilaçlar. Ve;

İlk intihar.

  • Burayı doğru anlatmak gerek. Bu noktada yardım çığlıklarıımı kimse tam anlamadı daha, uyarının tonunu arttırayım içgüdüsü. Ciddi bir uyarı yapma ve dikkat çekme isteği. Gene de 1 kutu antidepresanı yuttum ve en yakın arkadaşımı aradım. Yani müdahele edilecek. Biliyorum.
  • Bütün bunlar olurken hala daha çalışıyorum. Halbuki artık dinlenmem lazım ama inatla ve kendimi ittire ittire çalışıyorum. Naçizane tavsiyem; insan bazen kendini bu kadar zorlamamalı. Bazen koşullara teslim olmak gerekebiliyor.
  • 3 gün yoğun bakım ve işe dönüş. Hala kendimi zorluyorum. İnsanlarla sosyalleşiyorum. Seyahatlerim devam. Dışarıdan bakan her şey geçti zanneder. Ama ah o benim başarma inadım. Maskeliyorum. Ama sonra bir gün işte çok kötü bir anlaşmazlık. Ve;
  • Akşam eve geldim. Annemle konuştum. Herkese her şey normalmiş gibi davranmaya başlamışım. Halbuki bilmiyorlar ki ben artık her gün kan (evet kan) kusuyorum, tek lokma ekmek yiyemiyorum. İş yemeklerinde zorla yiyip, sonra gibip kusuyorum. Felaket bir ilaç yüklemesi yapılıyor.
  • Annemle konuştum. Ağlıyorum. Ona çaktırmadım zannediyorum. Her şey artık çok fazla. Ama en ağırı da her şey normalmiş gibi davranma çabam. Çünkü artık bana herkes onları üzmeye hakkım olmadığı ile ilgili bağırmaya başlamış. Gizliyorum. Önümdeki ativan kutusuna baktım.
  • Buraya ufak bir not yazayım. Bunları yazarken utanmıyorum. Psikolojimi bu derece bozan şey bizim toplumumuzda kabul görmüş, yaygın ve herkesin normal karşıladığı yalan, fırsatçılık, omurgasızlık. Bunları kaldıramadığım için utanacak değilim.
  • O bir kutu ativan’ı hiç tereddüt etmeden, tek seferde yuttum. Kimseye haber vermedim. Artık yaşamak istemediğime eminim. Ama o noktada bilmediğim bir şey varmış.
  • Çevremdeki bazı özel insanlar beni takip destek grubu kurmuşlar. Annem İzmir’den onlarla iletişim halindeymiş. Sesimden şüphelenip onlara haber vermiş. Onlar bana gelirken, annem acil İzmir’den gelmiş. Gözümü hastanede açtım. Bana her şey sonradan anlatıldı. Hatırlamıyorum.
  • Detaylar çok uzun. Yazmayacağım. Ama en çok 2 şeyden etkilendim. Bilincim kapalıyken sürekli anne diye bağırıyormuşum. Ve herkese “Kaybedebiliriz, hazır olun” denmiş. Kadere bakın. Alt üst her şey. Annemin sağlığı için çok çabalamışken ben; şimdi de o benimki için çabalıyor.
  • Bu noktada boşanmış olduğum eski eşim Tim artık devrede. Azıcık mola. Birazdan.
  • Geldim geri. Tim bu 🙂

  • Daha önce flood’da karakterinden zaten bahsetmiştim. Bu noktada intiharlardan haberi yok, ve hiç olmadı. Boşandık ama kopmadık. Hatta son dönemlerde barışma turlarındayız ama ben Türkiye’ye döndüğüm için beni asla affedemiyor. O yüzden sürekli kavga ediyoruz.
  • Bir gün feci bir kavga ettik. O hala Singapur’da ben İstanbul’da. Dilimi tutamadım “rot in hell” dedim. Yani “cehennemde çürü” Bakın lafın ağırlığına. Son konuşmamız olduğunu bilmiyordum.
  • Tabi artık çalışma hayatıma ara vermem gerektiğinin de farkındayım. Bir yandan Tim’le hararetli kavgalar, bir yandan işten ayrılışım, bir yandan sağlığıma kavuşmaya çalışmalar. İzmir’e geri taşındım. Alsancak’ta ev tuttum. Plan şu; gücümü toparlayıp çalışmaya devam edeceğim.
  • İlk günler güzel geçti. Dinlenmek iyi geldi. Derken bir gün Avustralya’daki ortak bir arkadaşımızdan bir mesaj;
  • Son dönem Tim’le konuştun mu diye soruyor. Dedim; hayır, kavga ettik, hep ederiz, biraz soğusun konuşuruz diye bekliyordum.
  • Dedi; Tim’e yumuşak doku kanseri teşhisi kondu. Genelde çocuklarda ve gençlerde görülürmüş. Bir anda oldu. Terminal ve artık hastanede kalıyor.
  • Aslında barışacağımı zannettiğim eski eşim, son konuşmamızın üzerinden 2 ay bile geçmemişken, hastanede. Ne kadar çok ağladığımı, isyan ettiğimi, canımın ne kadar acıdığını kimseye anlatamadım. Herkes “Ne takıyorsun? Zaten boşanmamış mıydınız? dedi. Anlamadılar. Anlatamadım.
  • Bu noktada şunu söylemek isterim. Avustralya’daki bence harika ailem, ben Türkiye’ye dönme kararı aldığımda bana tepki verip, bana küsmüşlerdi. Boşanmamızın suçlusu bendim onların gözünde.
  • Bundan sonrası çok aşırı özel. Ben anlatırım ama oradaki aileme saygımdan, Tim’in ilk eşinden olan ikizlerimize saygımdan detaylara girmeyeceğim.
  • Ben artık hiç kıpırdayamamaya başladım. Duş bile alamadığımdan vücudumu ıslak havlularla silmeye başladılar. Tim bütün konuşma tekliflerimi geri çevirdi. Bir daha onunla ne konuşabildim ne de cenazesinde bulunabildim. 12 Temmuz 2017’de kaybettik.
  • Bundan sonrasında cenaze ile ilgili bazı detaylar, benim yeniden toparlanma çabalarım, ve günümüzdeki durumum şeklinde devam edicem. Ama biraz mola. Tıkandım.
  • Geldim geri. Flood’a bazı yorumlar geliyor, görüyorum. Cevapsız bırakmayacağım. Ancak önce şu flood’ı bir bitireyim. Tek tek geri döneceğim. Ayrıca okuduğunuz için çok tatlısınız…
  • Tim’i kaybettikten sonra bir mesaj alıyorum. Londra’daki ortak bir arkadaşımızdan. Raj. Bana bir e-mail forwardlamış. Tim’in cenazesi ile ilgili detaylar var. E-mail’i bir kadın atmış. Kendini Tim’in hayattaki tek aşkı olarak tanıtıyor. Raj soruyor; bu kim?
  • Sonrasında zaten e-mail’ım ve telefonum patlıyor. E-mail bütün dostlarımıza gitmiş. Herkes soruyor. Bu kadın kim? Benim tepkim; bilmiyorum kim.
  • Sonradan kadının Tim’in ölmeden hemen önce hastaneye rahip getirterek evlendiği ve kimsenin tanımadığı bir kadın olduğu ortaya çıkıyor. Herkes şokta. Ben paramparça. Meğer kadın ile orada tanışmış. Tim bu; onu üzeni üzmek için sonuna kadar gider.
  • Bende artık üzülecek hücre kalmadığı için, bu konuyu olduğu hali ile bırakıyorum. Fazla irdelemiyorum. Sadece ikizlerimize miras bıraktığından emin olmak istiyorum. Bırakmış. O zaman benim için konu kapanmıştır. Gerisini bilmeme gerek yok.
  • Artık kendime odaklanmak ve iyileşmek zorunda olduğumu biliyorum. Bundan sonrası depresyonla mücadele. Depresyonu nasıl yendim?

Azıcık mola veriyorum. Bu bölüm benim için çok önemli. Kafamda doğru tasarlayıp yazmak istiyorum. Depresyon ile mücadele edenlere ufacık dahi olsa destek olabilecek şekilde yazmak istiyorum. Geri gelicem <3

  • Burada yazacaklarımın kendi hikayem olduğu; doktor tavsiyesi yerine asla geçemeyeceğini yazmak zorundayım. Sadece umutsuzluğa kapılanlar oluyorsa, geçirmiş ve atlatmış birinin olması biraz umut verebilir diye düşündüğüm için yazıyorum.
  • İlk başlarda yaptığım bazı hatalar vardı. İlki; depresyona direnmek. Direnmeyi bıraktım. Ben depresyondayım demeyi öğrendim. Ve bunu derken utanmamayı.
  • İkincisi; geçmesi için acele etmek. Hala daha sosyalleşmeye ya da çalışmaya çalışıyordum. Ama benim durumumda verdiğim her 10 sözden birine gidebiliyordum ve ona da geç kalıyordum. Bu sosyal hayatı kötü etkileyen bir şey. İnsanlara ya da yeni projelere söz vermeyi kestim.
  • Çünkü söz verip yapamamak ayrı bir anksiyete sebebi. Düzelmek için acele ederken kendimi daha çok anksiyeteye soktuğumu farkettim. Bunu kestim.
  • Üçüncü hata da; yanımda durmayı bilemeyen insanlara alınmak. Onlara kızmaktı. Onları sevgisizlik, hayırsızlık ile suçluyordum. “Ben emekleyerek su almaya gidiyorum, nasıl olur da bir çorba yapmak için bile uğramıyor kimse?” 2-3 can dostum ve ailem dışında herkes “kötü”.
  • Bu yanlış bir algı. Öncelikle onlar yaşamadı, ne yaşadığımı anlamalarını bekleyemem, nasıl yardımcı olabileceklerini bilmiyorlar. Bu sevgisizlik değil, onlar da haklı demeyi öğrendim.
  • Bu üç hatamdan vazgeçmem beni oldukça rahatlattı. Birazdan o anki yaşam koşullarımla devam edeceğim.
  • Bu noktada hala Alsancak’ta yalnız yaşıyorum. 2017’nin sonları. Annem Küçükyalı’da yaşıyor. Kardeşim Amerika’da doktora yapıyor. Annem ve kardeşim iyi diye mutluyum. Ama babamdan sonra kendini ailenin babası ilan etmiş ben, şehrin göbeğinde bazen stor bile açmadan yaşıyorum.
  • Sürekli bir şeyler okuyorum, izliyorum. İlaçlar hiç işe yaramıyor. Aksine ilaçlardan sonra 20+ kilo almışım. Hatta ben çok kötü olursam diye verilmiş yedek ilaçlar yüzünden acillik olabiliyorum. Hepsi bana dokunuyor. Ama özümü rahatlatmışım. İyi olmak istediğimi biliyorum.
  • Bu öz temizleme olarak adlandırdığım ve denedeğim bütün terapileri bu flood’a bir noktada yerleştireceğim. Daha sonra. Hiçbiri işe yaramadı ama hepsinin üstümde etkisi var.
  • Bu süreçte saçlarımı tarayacak gücüm olmadığı için ve başkasına da elletmediğim için, kafamda kocaman bir düğüm. Ah ne güzel topuzlar yaptım ben sonra onlardan. Ama dediğim gibi içim rahatlamaya başlamış. Storlar daha sık açılır olmuş. Hatta karnım bile acıkmaya başlamış.
  • Bunca şeye rağmen, pasif olmayı asla beceremediğim için, seçimlerde görev alıyorum. Sandık görevine belki sürünerek gidiyorum ama görevimi alıyorum.
  • Karnım acıkmaya, ağız tadım geri gelmeye başladığı için kendimi zorlamadan yapmaya başladığım ilk şey yemek yapmaya başlamak oldu.
  • Adeta hayata yeniden gözlerimi açıyorum. Ama bu sefer gözümü açtığım hayatta önümde maddi zorluklar duruyor.
  • Diyeceksiniz ki Seço; o kadar kariyer yapmışsın, hiç mi para biriktirmedin? Aileme baktım arkadaşlar ve kendime de çok harcadım. Babam öldükten sonra yaşadığımız her şeyi yazmadım ve yazmayacağım ama maddi olarak ailenin başına geçmem gerekmişti babamın ölümünde, 2008’de.
  • Bir ara not koyayım. Bunları “ah ne zor hayatım oldu” demek için yazmıyorum. Herkesin hayatı kendine göre zordur ya da kolaydır. Ben bunları; içimi dökmek istediğim, güzel bir okuyucu grubuna ulaştığımı hissettiğim, paylaşmayı sevdiğim için yazıyorum.
  • Flood ilk bloğunu yaptı. Saçma yorumlar bitsin. Devam edicem.
  • Burayı açıklayayım. Flood’ı yazarken 1 kişiyi bloklamak zorunda kaldım. Yorumu benim aralarda ingilizce kelime kullanmam ve bunu “leş” olarak tanımladı. Yani blog demek istememiştim. Gerçi birisi bir blog’a da aktarmış. Kendisi ile sonra iletişime geçeceğim @Bilgiselleri ?

Hayat hikayemi anlatmaya dalmışken 3 numaraya vurdurtmak zorunda kaldığım ve yavaş yavaş uzayan ama artık kendim kestiğim saçlarımı da kesiverdim arada 🙂 Ev hali ve de 🙂

  • Bu noktada artık mecbur kalmadıkça evden çıkmayan, kafasında kocaman bir düğümle yaşayan, ama ufak ufak hayat belirtisi gösterdiği için evde arkadaşlarını ağırlamaya başlamış, nispeten iyi bir Seçil var. En azından yaşamak istediğine karar vermiş bir Seçil.
  • Hazırdan kullandığı para erimek üzere. Ama kurumsal hayata dönmek gibi en ufak bir planı yok. Gelen görüşme tekliflerini geri çeviriyor, gelen projeleri geri çeviriyor. Arkadaşlarının projelerine nezaketen katkı sağlıyor ama hiçbir konuda kimseye söz vermiyor.
  • Oturdum. Elimde avucumda ne var diye düşündüm. Elimdeki malzemelerle ben ne yapabilirim? Ben ne yapmayı biliyorum? Çünkü bir gün gelecek ve boş durmak istemeyeceğim. Yapıma ters. Şimdiden o gün için nasıl hazırlık yapabilirim?
  • Önce bulunsun, belki işe yarar diye tesadüfen gördüğüm bir kursa gittim. CELTA. Cambridge Uni’den uluslararası geçerli İngilizce öğretmenliği sertifikası. 6 haftalık çok yoğun bir program. Günde 3 saat falan uyuyorsun. Bunu cebe koydum. Son paramı da buna yatırdım zaten.
  • O sertifikayı nasıl aldım inanın bilmiyorum. Ben hala tam iyi değilim daha çünkü. İnsanlar yarısında bırakıyor, atılıyor falan. Kendimi de çok zorlamadım aslında. Bir şekilde motive oldum demek ki.
  • Şimdi artık sertifika cepte. Para bitmiş. Tıpış tıpış annemin yanına taşındım 🙂 17 yaşımda çıktığım eve. Hayatımda aldığım tek borç olan 2000TL borcu arkadaşımdan alarak, taşınmak için. Anneme kendi maddi durumumu asla hissettirmiyorum.
  • Bu noktada evin maddi reisi olmama gerek yok ama artık. Babadan sonra girilen ekonomik durumdan aile kurtarılmış. Alper okutulmuş ve doktorasında lab müdürü olarak da çalıştığı için kendini geçindiriyor. Annemin de kendine yetecek geliri var.
  • Annemin karakterinden de biraz bahsedeyim. Birlikte yaşaması çok keyifli biri çünkü. Yani geldim ama beraber yaşayacak olmaktan yana bir derdim yok. Birazdan. Ve artık 2018’deyiz.
  • Flood’ı okurken benim dirençli olduğum hissine kapılanlar olduğunu biliyorum. Çünkü daha annemi tanımadınız 🙂 Direnişin esas sembolü o. Evre 4 kanser atlatırken ölümle burun buruna gelmiş olmasına rağmen ağzından sadece “ben yaşamak istiyorum” çıktı ve hiç şikayet etmedi.
  • İnsan kemoterapi alırken anca bu kadar güzelleşir. Doğal olarak zayıfladı. Harika giyinir zaten, daha da güzel giyinmeye başladı. Peruklar, şapkalar. 9 Eylül Uni kemo odasının dili olsa da konuşsa. Nasıl bir cesaretle aldı o tedavileri. Kemo odasındaki herkese moral vererek.
  • Hep çok sosyaldi zaten. Kendisi diş doktoru. Kanseri yendikten sonra seminerlerde nasıl yendiğini anlattı, Lions başkanlığı yaptı, hala daha arkadaşlarıyla çıkar, gece 2-3’te eve gelir falan. Tanıdığım en duygusal ama en güçlü kadın. Gurur duyuyorum. Yani birlikte yaşanır 🙂
  • Nasıl biriyle yaşadığımı anlattığıma göre, kendimi anlatmaya geri geleceğim.
  • Artık annemin yanındayım. Hala tam düzelmemişim. Şimdi ben oranın çocuğuyum. Orada doğdum, orada büyüdüm. Bütün esnaf bebekliğimden beri beni tanır. Civardaki esnaf ve apartman görevlisi çocuklarına/torunlarına gönüllü İngilizce dersi vermeye başladım.
  • Hem sertifikamın hakkını veriyorum, hem işe yaradığımı hissediyorum. Hem de gönüllülük bazında olduğu için, o gün rahatsızsam iptal edebiliyorum. Durumumu biliyorlar ve anlayış gösteriyorlar. İşe hiç dönüştürmedim.
  • Çevremden git bir okulda öğretmen ol lafları. İzmir’in çeşitli şirketlerinden kendi işimle ilgili onlarla çalışma teklifleri. Hayır diyorum; artık bir kuruma “ait” olmak istemiyorum. Saatli çalışmam mümkün değil.
  • Bu noktada denemiş olduğum bazı terapilere değinecem. Ancak biraz mola. Önce terapiler sonra günümüzdeki durumum, yapmaya başladığım işler şeklinde devam edecem.
  • Şimdiii gelelim denediğim terapi türlerine. Psikoterapistlerle yaptıklarımdan başlayayım. Psikanalizm ve eklektik terapi en fayda gördüklerimdi. Ama bir yere kadar. Çünkü bende çok acayip bir karşımdakini çözme becerisi var (lanet bir beceri bu)
  • Yani bana terapi vermeye çalışanı çok iyi gözlemliyorum. Kendi hayatlarında onları kendileri becerebiliyorlar mı diye manipüle ederek sorguluyorum. Beceremediklerini ortaya çıkarıyorum. Saygım anında sıfırlanıyor. Terapi faydasız hale geliyor.
  • Şu an ilaç kullanmıyorum. Düzenli bir terapistim de yok. Ama çok başım sıkıştığımda danıştığım biri İstanbul’da diğeri İzmir’de olmak üzere iki psikiyatristim var. Onlara saygı duyuyorum, onlarla bağlarımı koparmadım.
  • Hiç açıklama yapmama gerek olmayacaktır umarım ama; kişisel gelişimcileri tamamen yok sayıyorum. Böyle saçma bir alan olamaz, olmamalı gibi geliyor bana.
  • Gelelim spiritüeliteye. Bence çağımızın en tehlikeli akımı. Çok insan tanıdım bu alanda. Yazayım.
  • Kendini bir nevi “ermiş” zanneden insanlarla doldu ortalık biliyorsunuz. Hayatta yolunu kaybetmiş insanları yanlarına çekmede de üstlerine yok. Yok evrene mesaj vermeler, yok cart, yok curt. İnsanı bu kadar pasifize eden başka bir akım yok.
  • Aslında demişler zamanında “Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra allaha dua et”. Bu söz mantıklı mesela. Ama bu “ermiş”ler pasif bir varoluşla sürekli evrenden bekleme halinde yaşıyorlar ve bu bana çok komik geliyor. Ve bu insanları tehlikeli buluyorum.
  • Bu insanlar güya “olumluya enerji vermek için” ne hissettiklerini bilmeyen, bilseler bile onları bastıran ve düşündüklerini söyleyemeyen garip insanlara dönüşüyorlar. Karşılıklı konuşmak imkansız hale geliyor. Ve bence dünyadan kopuyorlar.
  • Bir örnek vereyim; Tim öldüğünde ben çok üzüldüm diye “Sen karanlıktasın” deme hadsizliğinde bulunmuş ve “başın sağolsun” demeyi bile becerememiş, onun artık başka boyutta olduğuna dair telkinlerde bulunmuş, tamamen dünyadan kopuk iki tane arkadaşımla artık konuşmuyorum.
  • Başka bir boyut olabilir elbette. Ama biz hala 3. boyutta yaşıyoruz ve bu “başın sağolsun” demeyi gerektirir. Benim bildiğim insan ilişkileri hala daha bu gibi nezaketlerle yürüyor.
  • Çok bilindik OSHO’nun aslında nasıl bir sahtekar olduğunu çok iyi anlatan bu belgeseli herkesin izlemesini öneririm.

  • Egoyu öldürün diye ortalarda gezen en yüksek egolu bu canlılara hayatta başarılarılar dilemekle birlikte, benden mümkün olduğunca uzakta olmalarını istiyorum.
  • Bu noktada metafizik de araştırmayı seven bir ateist olduğumu ve panteizme de pozitif skeptisizmle yaklaştığımı söylemeden geçmeyeyim.
  • Her şeye rağmen Eckhart Tolle ve Byron Katie tahammül edebildiğim yazarlardır.
  • Gelelim Jeff Oliver ile çalışmalarıma. Jeff Avustralyalı bir monk. Bana Vipassana meditasyonunu öğreten kişi. Vipassana “olanı olduğu gibi görmek” için yapılan bir farkındalık meditasyonu. Amaç zihni susturmak değil, doğru kullanmak. Çok ama çok faydasını gördüm.
  • Bunca terapinin içinde belki de en faydasını gördüğüm bu oldu. Hala daha da yapıyorum. Peki iyileşirken bana başka neler iyi geldi?
  • Adının ne olduğunu bilmediğim; flood mı, bilgisel mi, tweet serisi mi, bana göre bu içimi dökme serisi tahminimden daha çok kişiye ulaşıyor ve akşam devam edeceğim. Takip edenlere bu huzurlu parçayı armağan edebilir miyim?

https://www.youtube.com/watch?v=1boeQ9zoF-s

  • Çok güzel insanlar takip ediyor çok. İyi ki yazmaya başlamışım. Bütün güzel yorumları görüyorum. Tek tek geri döneceğim. Bu serinin iyileşmemi daha da güçlendireceğini bilmeden yazmaya başlamıştım seriyi, Devam ediyorum.
  • İyileşirken başka neler bana iyi geldi kısmında kalmıştım. Oradan devam edeceğim ama önce kafamdaki şu koca düğümden kurtulayım. O dönem kafayı mecbur 3 numaraya vurdurttum. Mahallemizin tatlı kuaförü Oya eve geldi. Yere havluları serdik. Başladı kesmeye.
  • O saç bana bir yakıştı. Hiç aklıma bile gelmeyecek bir modeli, çok severek, küpelerle süsleyerek kullanmaya başladım ❤️ O döneme ait 2 foto.

  • Benzer sorunlar yaşamış insanları çevremde toplamak iyi gelenlerden biriydi. Yalnız değilim, başka depresyon hastaları da var diyebilmek iyi geldi. Jeff’in İzmir kamplarını organize etmeye başladım. Vipassana İzmir kampları. Ve 2 harika insanla yolumun kesişmesi. Birazdan.
  • Bu iki insandan biri sevgili Itır. Diğeri de Unilever’de çok yoğun çalışmış harika başka bir kadın. Itır’ın online görünülürlüğü olduğu için adını rahatlıkla anıyorum ve kendisi Adım Adım ve Açık Açık kurucularından. Yani bugünkü İstanbul maratonunu organize edenlerden biri.
  • Üçümüz aramızda “İş yaşamında ruh sağlığı” konusunda farkındalık yaratmak için neler yapabiliriz diye toplantılar yapmaya başladık. İş yaşamında ruh sağlığı konusu ile ilgili Itır’ın bu konuşmasını izlemenizi öneririm.

  • Şimdi birazdan gene gönüllü öğretmenlik yaptığım öğrencilerimden biri gelecek, tahmin ediyorum ki akşamüstü geri dönerim. Geri gelinceye kadar gene herkeslere huzurlu bir müzik yollamak istiyorum ❤️

  • Çok değerli bir düzeltme geldi. Bu haklı düzeltmeyi yapan kişinin adı bende saklı. Eskiden Avrasya Maratonu olarak adlandırılan, bugün İstanbul’da koşulan maratonun organizatörü Adım Adım değil. Yanlış ifade etmişim.
  • Adım Adım sadece Türkiye’deki maratonlarda emekleri yadsınamaz bir sosyal girişim. Aman diyim. Yanlış anlaşma olmasın. He Özgür Özel bugün Adım Adım bünyesinde koşuyor o ayrı 🙂 Internet sitelerine buradan ulaşabilirsiniz.  adimadim.org
  • Arık kafamda kocaman bir düğüm yok. Gönüllü öğretmenim. Yaşadığım sağlık sorunlarının bana özel olmaması beni oldukça rahatlatmış. Üstüne yaptığım ilk iş, babaannemden kalan eski bir binayı müteahite vermek oldu. Kendim de oraya taşınacağım bittiğinde. Gene aynı muhitte.
  • Ayrıca proje almaya başladım. İyi bir tasarımcı olan kuzenimin eşinin yurtdışı işlerini üstlendim. Hedef Londra’da bir showroom açarak onu oradan global moda dünyasına açılmasını sağlamak. Kendi sektörümden insanlara da zaman zaman danışmanlık vermeyi kabul ediyorum.
  • Ölmek isterken attığım bu bebek adımları bile benim için o kadar özel ki… Sade yaşamı moda olduğu için değil, mecburiyetten seçtim. Sonra da çok sevdim, asla bırakmam.
  • Tasarruf yapmaya hayran kaldım. Hiçbir şeyin lüksüne özenmiyorum. Evde yapılabilen her şeyi evde yapmaya başladım. Saç kesmekten, cilt bakım kremine her şeyi evde yapıyorum. Sırada dikiş öğrenmek var. Bulursam bir belediye kursuna gidicem, onu da öğrenicem.
  • Eskisine göre çok çok daha az insanla görüşüyorum. Böyle daha mutluyum.
  • Pişmanlığım var mı? Bu süreçte daha az insanın kalbini kırmış olmak isterdim. Beni anlamayan herkesi suçladığım dönemlerde çok kırıldığım için çok da kalp kırdım. Bunlardan bazıları ile bir daha konuşmayı hiç düşünmüyorum.
  • Ama istemeden kalbimi kırdıklarımın gönlünü zamanla alacağıma inanıyorum. Bunun dışında hiçbir pişmanlığım yok.
  • Buradan nereye ben de bilmiyorum. Film değil ki bu “The end” diyeyim. Yolculuğum devam ediyor. En azından bu serinin sonuna geldik. Okuyan herkese sonsuz teşekkürler. Şimdi geri dönemediğim yorumlara geri döneceğim. Bitti galiba ya 🙂

Yazar; SecoSchoko

Abone ol
Bildir
guest
1 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm Yorumları Göster
Anonim
Anonim
3 yıl önce

Gercekten cok onemli bir yazi Hani o direnisler, vazgecisler, psikolojik iyilesme denemeleri… Hic sıkılmadan merakla okudum Cok Tesekkurler…

mutlakaoku.com |
1
0
Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Yaz Mutlaka Okunsun...x